29 Ağustos 2014 Cuma

ÇARESİZLİĞİN NİMETLERİ YA DA FRANZ KAFKA BİLİMLER AKADEMİSİ'NE RAPOR

        Uzun zamandır süren sıcak ve bunaltıcı havalardan sonra bu sabah serin ve kapalı hava çok iyi geldi. Dün sabahki feveranlarıma neden olan trafik magandaları ile de bu sabah karşılaşmayınca güne sükunetle başlamak kısmet oldu. Nadir bulunan bu güzel sabahı üç beş sayfa kitap okuyarak taçlandırmamak olmazdı. Fakat galiba kitap okuma isteğimin arka planında beyine ısınma hareketleri yaptırmak da yatıyor. Kafayı dağıtmaya çalışmak da. Malum günlerden cuma, müslümanlar için "ibadet ve bayram,"  İstanbul için "ödemeler ve stres" vakti. Blogda hemhal olduğumuz  gönüldaşlarım bilirler yeni kitaplar sipariş ettiğimi. İşte onlardan "Su Üstüne Yazı Yazmak" ile başladım okumaya. Kitap hakkında yorumumu kitabı bitirince yaparım inşallah. Fakat 217. sayfasında Şeyh'in şu sözleri paylaşılmaya değer bulunarak bunca yapılacak işimin arasına giriverdi ;)) 
            "Tasavvuf Yolu" diye devam etti şeyh, "tembellere göre değildir." Kur'anı hala öğrenemediğimiz için bizi paylayarak, tek tek, kaç sure, kaç ayet bildiğimizi sordu. "Ayet ezberlemek, zihnin diğer kabiliyetlerini de keskinleştirir." dedi. "Allah'ın bize emanetleri yanlış kullanılırsa, daha kötüsü, hiç kullanılmazsa, hepsinin elimizden alınabileceğinden emin olabilirsiniz".
            "Nacizane ben de tıpkı böyle düşündüğüm için çok beğenerek paylaştım. Dün gece  uyumak için yatağına girmiş olan oğlumun yanına giderek; benim kitaplarımla birlikte O'na aldığım polisiye romanların ilkini bitirip bitirmediğini sordum. "Bitmedi" dedi. "Peki Farukhan bu yaz boyunca eline Kur'an almadın, kitap okumuyorsun, yazı yazmıyorsun. Sadece internetten gazete okuyarak entellektüel olabileceğini sanıyorsan ancak ola ola çoban olursun demedi deme" dedim. Bu yaz ergenlik döneminde olduğu için midir nedir anlayabilmiş değilim bence oldukça kısır bir yaz geçiriyor ve ben bu zamanına acıyorum. Oysa biz bu yaza kadar hep O'nunla yarış halinde bir sürü kitap okur, yine birlikte Kur'an öğrenme/okuma çalışması yapardık. Hatta daha küçükken 3. 4. sınıfların yaz tatillerinde günlük de tutup, arada bir öykü de yazardı.
          Yine kitaptan Şeyh'in anlattığı Franz Kafka'ya ait "Bilimler Akademisi'ne Rapor" öyküsünü aşağıda sizinle paylaşarak bugünkü yazıyı sonlandırayım.
           Öykü, kendi memleketinin balta girmemiş ormanlarında yakalanıp, hayvanat bahçesine gönderilmek üzere gemiye konmuş bir maymunun ağzından anlatılıyordu. Sahne, maymunun gözünde gözlük, sırtında muhafazakar ve medenilere özgü cübbesiyle, Bilimler Akademisi'nin önünde kürsüye çıkışıyla açılıyordu.
           "Maymun, bond çantasından raporunu çıkarır ve okumaya koyulur. Nasıl yakalandığını ve hayatının geri kalanını hayvanat bahçesinde hapsedilerek geçirmek gibi korkunç bir felaketten kurtulmak için, kendisini esir edenleri taklit etmekten başka çare bulamadığını anlatır. Daha kafesindeyken, onların ses tonları ile hareketlerini taklit etmeye başlar. Bu gelişme gemide hayli ilgi uyandırır ve maymun, kaptanı eğlendirsin diye kaptan kamarasına alınır. Böylece gemi limana ulaşıncaya kadar, maymun kendini esir edenlerin yaşayış tarzına büyük ölçüde hakim olur. Nitekim çok geçmeden konuşmaya da başlar. Bir yıl sonra kaptan ve rahiple birlikte kahvaltı ediyordur. İki yıl sonra bir üniversite bitirir, beş yıl içinde de öğretim görevlisi unvanını hak eder ve o korkunç hayvanat bahçesi akıbetinden kurtulmak uğruna, on yıl sonra Fransız Bilimler Akademisi üyesi olur. Neredeyse bir türden bir başka türe dönüşmesini sağlayacak böylesine akıl almaz bir gayrete girişmesinin nedeni sorulunca da, büyük bir sadelikle cevap verir. "Başka çarem yoktu" 
           "Bu öykünün özü" dedi Şeyh, "harekete geçmek, amelde bulunmaktır. İnsan, çaresiz kaldığı noktaya gelip dayanınca, bazen kendisinden umulmadık şeyler başarabilir." 


26 Ağustos 2014 Salı

TURŞUNUN HİKAYESİ ;)

     

        Kuzey-doğuya bakan verandanın en başında Nuh Nebi zamanından kalma, kolları tarihten kopup günümüze dayanmaya çalışan, tüm eskiliğine rağmen önündeki elma ve ceviz ağaçlarından gelen esintinin verdiği huzurla üzerinde oturana kendisi rahatmış hissi uyandıran, annemin evden attığı eski koltuğuna annem, babam, ben sığışıp muhabbete devam ediyoruz. Tabi  annem her zaman olduğu üzere  boş oturmuyor, elinde kocaman bir sarımsak demeti bir yandan ayıklıyor bir yandan da  bana turşuyu nasıl kuracağımı belki onuncu kez tarif ediyor.  Eh ne de olsa artık kış harekatı dönemi. Verandanın diğer ucuna benim için fasülye toplayıp, ayıklayıp sermiş. Elime kocaman bir tencere ile ayıkladığı sarımsak ve fasülyeleri tutuşturup beni alelacele evime yolcu etti. Maksadı balık tutmayı öğretmek ben biliyorum. Annemin evvelden ezelden beri turşularını çok severim. Her nasılsa her zaman çıtır çıtır olurlar. Bu kez onun tarifi ve hazırladıklarıyla ben de kurdum. Sonucu merakla bekliyorum.  Şimdi ola ki fasülye turşusu kurmak isteyen olur diye annemin bana tarifini sizinle paylaşıyorum.
      Turşu kuracağı fasülyeyi mümkün olduğunca bebek fasülyeden seçer, yani en gençlerinden ve çıtırlarından. Kırınca çıt diye bir ses gelir ve hemencecik kırılıverir. Yani asla iri yarı fasülyeden kurmaz. Ve kaynamış (mümkünse klorsuz su) suya fasülyeyi atıp birazcık bekletip geri alır ve üzerine hemen soğuk su ile şok yaptırır ki fasülye hem diri kalır hem de iyice soğumasına yardımcı olmuş olur. İyice soğuyan fasülyeleri bu kez birer porsiyonluk olarak şeffaf derin dondurucu poşetlerine koyup buna bir yemek kaşığı kaya tuzu, 2-3 diş sarımsak doğrar ve bu kez kesinlikle klorsuz suyu bu poşete fasülyenin üzerine çıkacak kadar koyup ağzını bağlıyor. Sonra da bunları ister cam şişeye ister pet şişeye  diziyor. En sonunda  poşetlerin üzerine tekrar tuzlu su ilave edip en üste bir baskı koyuyor ki turşu poşetleri tuzlu suyun üzerine çıkmasın. Bir kaç gün bunlar taşıyor annem üste tekrar tuzlu su ilave ediyor. Yaklaşık bir hafta sonra artık turşu yenmeye hazır oluyor ve  takip etmeyi bırakıp karanlık ve serin bir yere kaldırıyor. Turşunun hikayesi annem için böyle. Aslında anlatırken zor gibi gelir ama zor değil, ayrıca zevkli. Hiç yapmamış olanlar için önce küçük bir deneme yapılabilir ki, lezzetini görünce daha büyük boyutlara geçilebilir. Hele ki artık olmuş turşuyu, bol soğanla ve sadece zeytinyağı, tereyağı, tatlı pul biber, tatlı kırmızı biber karışımı ile tava yaparsanız emin olun bu lezzete hayır diyemezsiniz.  

18 Ağustos 2014 Pazartesi

BİR ÇİFT KURU YAPRAK

        Yüksek tavanın eskiye dair tüm boya badana kalıntılarını Trabzon'lu boyacı kazıdı indirdi. Aynı şekilde duvarları da. Sonra günlerce kırk derecelik sıcaklarda bin emekle her yer alçı ile sıvanıp, nil yeşilini andıran buz beyazına boyandı. Kapılar, pencereler de beyaz yağlı boya ile tekrar boyanıp cam gibi ışıldatıldı. Evdeki yerden tavana kadar kullanılan örtü, pırtı, halı, kilim, koltuk, kanepe ne varsa yıkandı paklandı. Yeni alınan beyaz ketene işlenmiş Antep işi örtüler bu bembeyaz ışıl ışıl olmuş eve serildi. Gecenin saat ikisine kadar kalan son işler de özenle yapıldı. Her yer öyle güzel ve ahenkli olmuştu ki ağızdan çıkan "bu evi gün ışığında da görebilecek miyim ki" sözü söyleyenin bile dikkatine mucib olmadı. Yaklaşık bir saat sonra büyük bir gürültü ile yattığı yatağın karşısındaki duvarın,  duvarda asılı aplik gece lambasının altından yarıldığını gördü ve gerisini hatırlamadı. Yatakta sırtüstü yatarken gördüğü manzaranın dehşeti ile yüzüstü dönmüş ve gayri ihtiyari başını kollarının arasına almıştı. O arada vücuduna düşen enkaz yığınlarının, gürültünün, tozun toprağın ne kadar sürdüğünü hatırlayamadı. Sanki arada film kopmuştu. Bilinmeyen bir süre sonra olduğu yerden kımıldanamadığını elini kolunu bacaklarını oynatamadığını fark etti. Eşine seslendi, ya da seslendiğini zannetti. "Yaşıyormusun!", "yaşıyormusun cevap ver lütfen!", "sevgilim beni duyuyormusun?" Cevap yoktu. Öldü galiba dedi! O'nu kaybettim. Herşey buraya kadarmış!... Benim de yaşamamın bir anlamı kalmadı. Kim bilir belki ben de yaşadığımı zannediyorum. Belki ben de bir ölüyüm şu anda diye düşündü. Artık çırpınmaktan da vazgeçmişti. Sonra bir ses duydu! Önce cevap veremedi, konuşamadı, çünkü kendisini bile bilebilecek durumda değildi. Tekrar tekrar, az önceki kendi soruları sanki geri yankı yapar gibiydi. Cesaretle cevap verdi, "yaşıyorum!" "yaşıyorum ama kımıldanamıyorum, kollarımı kurtarabilirmisin? Eşi kollarına ve başına düşenleri temizledi ve birbirlerinin yaşadığını gördüler ay ışığında. Evet gökyüzünü görüyorlardı. Birbirlerini çekeleye çekeleye oldukları yerde doğruldular, çatının kiremitleri, kocaman beton kolonuyla yataklarının üzerine, hemen yanlarına inmişti.  Sadece bir leyleğin yuvası büyüklüğünde boşluk açmıştı Allah onlara hayat olsun diye. (Yaklaşık bir ay önce bir Hilye-i Şerif'i tam yatak odalarının olduğu kısma gelen 2 kat aşağıdaki dükkanlarına asarken şu cümleler geçmişti aralarında. "Bunun ne olduğunu biliyor musun? "Efendimiz'i anlatmıyor mu o?" "Evet ama bu Hilye'yi asarsan şayet asılı olduğu yeri afetten, musibetten korurmuş", demişti adam. Kadının bu tür inançları biraz zayıftı. Peki o zaman bunu odamızın olduğu kısmın altına asalım diyerek birlikte dükkanın duvarına asmışlardı)  Bulundukları yerden yardım almadan kurtulmaları pek mümkün görünmüyordu. Zaman sonra yardıma koşuşan konu komşu tarafından enkazdan indirildiler. (Hilye'nin asılı olduğu duvar dimdik ayakta idi) İlk önce kadın kendisine giyecek bluz, etek, eşarp ve terlik aldı evlerinin tam karşısındaki tek katlı, eski, bahçeli evin sahibesi yaşlı kadından. Sonra indikleri enkazın altında kalan diğer insanları kurtarma yardımı istemek için eşiyle camı, kaportası evden düşen enkazdan kırılıp yamulmuş arabalarına binip itfaiyeye, polise gittiler. Fakat nafile yere dolaşıp tekrar enkaza döndüler.  Heryer yıkıldı, başınızın çaresine bakın dediler. Ve aylarca başlarının çaresine bakmayı öğreneceklerini bilmeden çırpındılar sabahın ilk ışıklarına kadar. Sabah olunca gördüler ki her yerleri kan revan içindeydi. Birlikte enkazdan çıkarılanların peşinden hastaneye gittiler. Bahçeye çıkarılmış, yerlere yatırılmış yüzlerce hasta, yaralı içinde yere oturtulup onların da yaralarına dikişler atıldı, bandajlandı, oldukları yere yatmaları tavsiye edildi.  Hastane personeli acele ile yanlarından ayrılıp bahçede etrafına çarşaf gererek duvar örülen kadına doğumunu yaptırdılar onlar ordayken. Gün yavaş yavaş öğlene dönmeye başlarken afetin taa Gölcükten berisini yıktığını öğrendiler. Nereye gideceklerini bilmeden şehrin bir doğusuna, bir batısına dolanıp durdular. İkindi namazında binalarındaki enkazda kalan yeğenlerinin cenazesine katıldılar. Kimin nerde, hangi hastanede olduğunu bilmeden, nerde nasıl sabahlayacaklarını bilmeden akşam ettiler. Bu evsiz kaldıkları ilk akşamdı fakat elbette son akşam değildi. Aylarca rüzgarın önündeki kuru yaprak gibi savrulup, bir oraya bir buraya uçtular... 

            (17 Ağustos'un anısına)  

14 Ağustos 2014 Perşembe

SONBAHARDAN ÖNCE

     
      
      İncir ağacının hafif rüzgarla sallanan dallarının, balkon kapısından odaya süzülüp, yerdeki eski el dokuması kilimin üzerine düşen yapraklarının güneşle raksını izlerken içime sonbaharın ılık ve tatlı hüznü doğdu.
    Usulca kitaplığa uzanıp keyifle okuyacağım bir kitap seçip, demir başlıklı karyolaya tersinden yüzüstü uzanıp yüzümü balkondan yansıyan yapraklı ışığa, ayaklarımı yastığın üzerine koyup okurken de uykuya dalmak galiba en sevdiğim ve en kadim geleneklerimden olduğu için şimdi de aynısını yapmak istedim. Ne zamandır aklımda olup okuyamadığım Canan Tan'ın Piraye'sinden başladım. Akıcı ve güzel bir romandı. İyi geldi. Hem üniversite yıllarımı hatırlattı hem de  uzun zamandır bir kitaba yoğunlaşamamanın verdiği korkuyu içimden attırdı bana. Yazın yapılacaklar listesini iyi kötü çentikledikten sonra, sıra sonbaharın yavaş yavaş yerini uzun kış gecelerine bırakacağı günlerden önce kendimize daha çok kalacak vakitleri için yavaş yavaş kitap biriktirmenin zamanı geliyor gibi. İlk aklımda olanlar Muhyiddin Şekur'un Newyork Times'ın en çok satanlar listesine de girmiş olan "Su üstüne yazı yazmak" ile "Gölgeler koridoru" nu  alıp yola devam etmek. O kadar çok kitap birikti ki aklımda, keşke şu akıllı telefon, akılsız medya, tv, vs... boş işler cehennemine yuvarlanmamayı bir becerebilsem. 
    Hani şu fıkralarda Temel'e sorarlar ya hep; ıssız bir adaya gidecek olsan yanına ne alırdın diye. Bana ya da bize soracak olsalar herhalde yanımıza interneti mi almazdık ne! Sanal alemde merak ettiğimiz her şeyi bildik, bulduk, gördük de ne oldu?  Başı arşa değen, ya da mutluluktan kanat çırpan var mı aramızda???
     Unutmadan bir de sonbahardan önce; bu yaz annemde yediğim şeftali reçelini yapmanızı size de tavsiye ederim. Benim gibi reçeli hiç mi hiç tüketmeyen birine bile mayhoş tadı ve uçuk pembe rengiyle kendini sevdirdiyse, reçel severler için iyi bir kahvaltı seçeneği olacaktır.
            

4 Ağustos 2014 Pazartesi

GECE YOLCULUĞU

     Geçmişte yaptığım gece yolculuklarının güzelliğini nasıl farkedememişim? Oysa şimdi akşam güneşinin batışından sabah güneşinin doğuşuna kadar gecenin içinde kendimi sarılıp sarmalanmış gibi hissettim. Batıya doğru yol alırken doğan güneşin arkamızdan engin  gökleri, yeni biçilmiş sapsarı uçsuz bucaksız buğday tarlalarını, tek tük ağaçlı yüksek yüksek tepeleri, bu tepelerin aralarında gizlenmiş üç-beş ev bir cami, bir tutam yeşillikten ibaret köyleri, önümüzde uzanan inişli çıkışlı,  gittikçe gitmek istediğim yolları sabırla, azimle, özenle ışıl ışıl aydınlattığını gördüm! Hayatın yeni bir sayfasının açıldığına şahitlik ettiğim için olmalı içim kıpır kıpır oldu. Yol kenarında durup elimizi yüzümüzü yıkayıp arkamıza baktık. Arkada herşey sanki çok daha hızlıydı! Nasıl güneş  doğuda batmak için acele ediyorsa doğmak için de acele ediyor gibi geldi. Batının uyuşukluğu bundanmıdır ki diye düşündüm, geç batan, geç doğan güneşin rehaveti var sanki üzerimizde. 
        Ömür vefa eder, Allah nasip ederse ilk fırsatta memleketimin bir başka doğusundan bu seyahatleri devam ettirmeye karar verdik! Ne ki güneş bizi yine arkadan uğurlasın...