14 Nisan 2014 Pazartesi

THE BUCKET LİST


    


    Sinemayı hepimiz severiz galiba. Özellikle de bizim gibi yetmişli yılların kuşağı olanlar hem Hollywood hem de Yeşilçam'ın bize göre en güzel sinemalarını vhs veya beta video kasetlerinden, sinemalardan veya tek kanallı televizyonlardan büyük bir keyifle izlemişizdir. Şimdiki gibi dizi furyası eskilerde yoktu tabi. Televizyonlarda şimdilerde kaliteli diziler yapılıyor. İçeriği, konuları, ahlaki boyutları elbette tartışmaya her zaman açık. Bu konuda ben de ne kadar özgürlükçü olsam da aile ve toplum ahlakını dejenere edecek yapımlara karşıyım. Bu kadar emek verilip, harcama yapılıyorsa içerik açısından da çok daha düzgün ve güzel örnek oluşturabilecek yapımlar ortaya çıkarılsa harika olur. Türkiye'de ortalama günlük dört saat tv izleniyormuş ki; bu oldukça uzun bir zaman. Toplum ahlakımızın dejenerasyonunda televizyonun katkısını göz ardı edemem, ne kadar tv izlemeyi sevmiş olsam da. Ama tabi tek başına televizyonu suçlamak da kafamızı kuma gömmek olur. Bizim her şeyden önce çocuk yetiştirebilecek eğitimi verecek eğitim ve okul hayatımız yok. Ben kendi tahsil hayatım bir yana sekizinci sınıfa giden çocuğumun derslerine bakınca halen bir arpa boyu yol alınamamış olduğunu görüyorum. İnanılmaz bir matematik yükü, inanılmaz bir gramer ve dilbilgisi yüklü Türkçe müfredatı, hiç bir şey anlayıp öğrenemedikleri yabancı dil müfredatları, fizik, kimya, biyoloji içiçe girmiş kocaman bir fen bilgisi, sadece cumhuriyetin kurtuluşunu anlatan bir tarih dersi formatındaki sosyal bilgiler... Hayata dair bir şey var mı??? Ha pardon teknoloji tasarım dersleri vardı sadece öğretmenin şunu yapıp getirin, bir icat yapın diye öğrenciyi anne babasının zoraki yardımına salan, okulda asla ve kat'a bir şey verilmeyen bir ders. Beden eğitimini de unutmamam lazım tabi. Teorisini öğreniyorlardı geçenlerde hentbolun :) Evet işte böyle içler acısı bir sistemde çocuğun kafasındaki tek sorun yazılıdan iyi not alabilmek. Yoksa teog, sbs, oks, abc def, gibi sadece saçma sapan isimleri değişip içeriği hiç değişmeyen sınavlarla yerleşecekleri liseleri seçemeyecekler. 14-15 yaşına gelmiş bir çocuğun hayatı ezber yaparak, başka hiç bir melekesinin varlığının ve gelişiminin keşfedilip, beslenemediği bir sistem. Ta ki bu 24-25 yaşlarında üniversiteyi bitirdikleri yaşa kadar sürüp gidiyor. Sonra bu gençler şanslılarsa ve vahşice yarışabilip başarılı olabildilerse bir iş sahibi oluyorlar ve hayatı sadece yarışmak, rekabet etmek, kazanmak, önde olmak, madde, makam, mansıp olarak tanıyıp bilen, manevi ve ruhi, ahlaki ve estetik formlara uzak birer robot olarak toplumda yerlerini alıyorlar. İşte böyle bir nesilden bizler aile olup, evlat yetiştirmelerini bekleyeceğiz. Yani bundan sonra hem bizlerin, hem de çocuklarımızın işi çok daha zor. Zira hayatta zor olan ne varsa bunun yegane sebebi insanlıktan uzak insanlar. Hiç birimiz iş yapmaktan, çalışmaktan yüksünmüyoruz. Ama hepimiz problemli, negatif enerjili, kişilik bozukluğu olan, hiç bir değer yargısı olmayan insanlardan muzdaribiz. Öyle ki unutmazsam şayet her sabah namazından sonra veya evden çıktığım esnada şöyle dua ederim; Rabbim! şeytandan, şeytanlaşmış insanlardan ve nefsimizin şerrinden sen bizi muhafaza et. Öyle içten ettiğim bir duadır bu benim. Konu neydi nerelere getirdim. Bu eğitim hayatı ile ilgili derdim ezeli benim, öyle böyle değil işte nereye dokunsam altından çıkıveriyor.

   Aslında dün akşam tekrar izlediğim sinemadan bahsetmek istiyorum. "The Bucket List". Türkçeye "Şimdi ya da asla" diye çevrilen 2007 yapımı bir Amerikan sineması. Oyuncuları Morgan Freeman ve Jack Nicholson. İzleyenler bilir zaten, bu kısmı vikipediadan alalım; (izlemiş olanlar son paragrafa atlayabilirler ;) )
  Kanser teşhisiyle hastaneye kaldırılan Carter Chambers (Morgan Freeman) zorunlu sebeplerden dolayı çalışma hayatına atılmış ve 45 yıl boyunca otomobil tamirciliği yapmıştır. İyi bir üniversiteyi bırakmak zorunda kalmıştır. Bunun sebebini siyahi,parasız ve bakacağı kişilerin olmasından dolayı olduğunu söyler. Çok zeki ve bilgilidir. Maddi durumu ancak hayatını sürdürebilecek ve üç çocuğunu yetiştirebilecek kadar olmuştur. Çocuklarıyla ve eşiyle mutlu yıllar geçirmiş bir kişidir. Fakat hastalanır ve hastaneye yatar. Hastanede yattığı odaya yeni bir hasta gelir. Kendisi aynı zamanda hastanenin de sahibi olan Edward Cole (Jack Nicholson)dur. Edward Cole ise hayatta maddi olarak çok şeyin sahibidir. Dört kez evlenmiş fakat mutlu olamamıştır. Kendi deyimiyle “evliliği de seviyorum bekarlığı da” diyerek ikisini bir arada yapamadığından ayrıldığını söylemiştir. Edward Cole’a kanser teşhisi konur ve 6 ay, en iyi ihtimal ile bir yıl yaşayacağı söylenir. Carter bir ara elindeki kağıda bazı şeyler karalarken Edward Cole’un dikkatini çeker. Listede Carter yapmak isteyip te yapamadığı şeyleri yazmıştır.Gözlerinden yaş gelene kadar gülmek gibi. Edward Cole bunlara kendince bir şeyler ekler. Daha sonra arkadaşını ikna eder ve listedekileri yapmaya başlarlar. Listede paraşütle uçaktan atlamaktan, Afrika’da safariye kadar birçok şey vardır. Çoğunu beraber gerçekleştirirler. Fakat Everest’in tepesinden “dünyanın en güzel manzarasını seyret “ maddesini yapamazlar. Fırtına çıkmıştır ve fırtına ancak baharda sona erecektir. Daha sonraları ise beklenenin aksine Edward Cole iyileşir fakat Carter hayatını kaybeder. .Edward Cole, Carter'ın kendisine verdiği kağıdı okur ve duygulanır.Edward Cole,Carter'ın istediği fakat kendisinin yapmak istemediği şeyi yani kızını görmeye karar verir.mutluluğu bulur ve o da ölür.İkisininde külleri himalayaların tepesine koyulur ve listedeki herşeyi yapmış olurlar.

    Film bittikten sonra ister istemez şu bir milyon dolarlık soruyu sordum kendime; insanoğlu hayatın ölümlü olduğunu bile bile neden kendisinden, yapmak istediklerinden bu kadar uzaklaşır ki? Ve hayat neden hep olduğundan daha zor görünür gözümüze???

4 yorum:

  1. son paragraf yıne yapmış yapacağını. ama cevabı yukarda hocam. Eğitim sitemimiz yüzünden zorunda olduğumuz hayatları yaşamayı öğrendik ve zor şartlar altında olduğumuzdan hayata yenıden yon verme seceneğimiz nerdeyse yok..
    eğitim sistemi konusunda yazıp benı tahrik etmeyınız .yoksa dah önce de olduğu gıbı sayfa sayfa dokerım ıcımı...uzun uzun okuyup canınızı sıkarsınız ...
    hayata dokunması gereken çocukların , mücadelede kalabilmek ıcın , hayata gozlerını kapatıp sorularda yaşamaya iten bir sistemde öğretmenlik yapmak istemiyorum.
    Dönüyoruz son paragrafa...hooop ordanda başa :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir eğitimci olarak sizin kaleminizden dökülen herşeyi zevkle okurum, siz bilen kişisiniz çünkü. "Eğitim sitemimiz yüzünden zorunda olduğumuz hayatları yaşamayı öğrendik ve zor şartlar altında olduğumuzdan hayata yenıden yon verme seceneğimiz nerdeyse yok.." İşte bu cümle bizim hayatımızı ne kadar güzel özetlemiş. Baskılar ve şartların zorlamaları hala devam ediyor. % 5'e girmeyi beceremeyen yüzde 95 lerde :( Keşke keşke tüm öğretmenler sizin gibi olabilseydi, ama eğitici değil ezberletici olmayı reddetmekte çok haklısınız. (ne hikmettir ısrarla sen'e geçmek isterken, ısrarla elim siz yazıyor :)) ) Çok güzel açıklamışsın sözün özü, kocaman sevgiler

      Sil
  2. offffff offfff diyorum soruya, anlayan anlamıştır derdimi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Anlamayan yoktur azizim, bu ülkede yaşayıp ta anlamayan yoktur :((

      Sil