30 Ocak 2014 Perşembe

DEVEYİ HAMUDUYLA GÖTÜRENLER

   




  Ağzında bir damla su taşıyan karıncaya sormuşlar ya hani "nereye gidiyorsun" diye; "İbrahim'in ateşine su taşıyorum" demiş zavallı kara karınca, "senin taşıdığın bir damla sudan ne olur ki" demişler, "olsun! hiç olmazsa safımı belli ederim" demiş karınca tekrar. Şimdi bizimki karınca kadar da olmayacaksa da yazmazsam çatlayacağım. Neyi mi? Ülkemin gidişatından anladıklarımı. Acizane bu ülkede yaşayan, illede ekonomi tahsil etmesi gerekmiyor ya, ama az buçuk tahsil ediveren bu fakirin  Merkez Bankasının son faiz artırma kararını gece yarısı patdadanak öğrenince ağzımdan ilk çıkan kelime kocaman ve ciğerden bir "eyvaaahhh" kelimesi oldu. Daha önce de "Bir Darbenin Getirdikleri" yazımda ( http://yuzyillikkonak.blogspot.com.tr/2013/12/darbe-siyasete-ne-zaman-ilgi-duymaya.html )  ucundan köşesinden ekonominin gideceği yerin ne olacağını, neler yaşanacağını yazmaya çalışmıştım. Merkez Bankası,  gece yarısı bir haftalık repo faizini %4.5 den % 10 yükseltti ki, bu bir rekor artış oldu. Peki gerekçesi neydi 17 Aralıktan beri çıldıran döviz kurunu aşağı çekmek. Eyvahh derken bunun olamayacağını biliyordum. Şimdi ekonominin hem yüksek kurla hem de yüksek faizle uğraşamayacağını, bunu kaldıramayacağını biliyorum. Ve ne oldu Merkez Bankasının faiz artırma kararından 10 saat sonra döviz yine düştüğü yerden eski seviyesine yükseldi. Eğer Merkez Bankası yeni türevlerini ortaya kısa zaman içinde sunup piyasanın ateşini söndüremezse o ateş evlere, işsizlik, kredi ve borç batakları, işyeri kapanmaları, iflaslar olarak hayatımızın tam ortasına düşer. Bundan ekonominin bel kemiği olan özel sektör, reel ekonomiyle haşır neşir olan küçük ve orta ölçekli esnaf, tüccar, kobiler, sanayiciler ve bunların çalışanları etkilenir. Hayatın gerçeğidir, kurunun yanında yaş da yanar. Bir an önce tedbir alınmalı, istikrarsızlığın önüne geçilmelidir. Ülke olarak son on yılda kazandıklarımızı rantiyecilere, ve ekonominin finansal tiranlarına yem etmemeliyiz. Belli ki Mart 2014 seçimlerine kadar bu tiranlar deveyi hamuduyla götürmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklar...

27 Ocak 2014 Pazartesi

YÜZYILIN İSLAM KÜLTÜR HİZMETİ

 

  Bu haftaki blog konumu, ülkemizin kültür ve eğitim hayatına çok büyük bir katkı olan ve hatta Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez Beyefendi'nin de ifadesiyle Yüzyılın İslam Kültür Hizmeti övgüsünü hak eden, (DİA'nın kendi tanıtımından aynen aktarılarak) 1983 yılında hazırlık çalışmalarına başlanan ve ilk cildi 1988 yılında neşredilen TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA) tamamen telif bir eser olup İslâmî ilimler, İslâm ülkelerinin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti gibi alanları kapsayan madde listesi orijinaldir. İlgili ilim kurulları tarafından yaklaşık 500 temel kaynaktan taranarak tespit edilen bu liste 15.226 maddeden oluşmakta, bazı maddelerin farklı ilim dallarınca yazılan alt bölümleri de eklenince rakam 16.855’e ulaşmaktadır.
Ansiklopedi, İslâmî ilimlerle İslâm kültür ve medeniyetine ait kavramları, sahalarında eser vermiş ilim ve sanat erbabını, geçmiş İslâm devletleri ve yöneticilerini, önemli tarihî olayları, dinî ve sosyal hayatta etkili olan akımları, tarihî, ilmî ve kültürel müesseseleri, önemli yerleşim merkezlerini, diğer dinleri, müslüman olmadığı halde İslâm dini, kültürü ve medeniyeti ile ilgisi bulunan şahsiyetleri madde dizinine dâhil etmiştir.

               İslâmî ilimler, İslâm kültür ve medeniyeti ile ilgili A’dan Z’ye bütün terimler... İslâm dünyasında din, ilim, siyaset, sanat ve edebiyat alanlarında yetişmiş önemli şahsiyetler... İlim ve kültür hayatımıza değer katmış eserler... İslâm mezhepleri, tarikatlar, akımlar, ekoller… Fas’tan Endonezya’ya kadar bütün İslâm ülkeleri, önemli şehirler... Amerika’dan Rusya’ya, İngiltere’den Avustralya’ya kadar İslâmiyet ve müslüman topluluklar. Eserin muhtevasıdır. Ve bu muhteşem eser evet sadece kitap olarak kalmamış olup sonsuz teşekkürler olsun ki bir web sitesi olarak hazırlanmış ve internet dünyasına da arz edilmiştir. http://www.tdvia.org/madde.php adresinden girerek artık merak ettiğimiz, öğrenmek istediğimiz her şeyi en doğru haliyle ve tüm yönleriyle etraflıca öğrenme imkanına kavuşmuş oluyoruz. Emeği geçenlerden, hizmetleri için sonsuz teşekkürler. Allah O ilim erbaplarından, çalışanlardan, odacısından, temizlikçisine kadar razı olsun. 
     Bir diğer eser de yine 8 yılda tamamlanabilen "İstanbul Kadı Sicilleri" dir ki bence hukuk ve sosyal alanda eğer istifade edilebilinirse yine büyük hizmeti olacak bir eserdir. Çok da merak ediyorum. Şimdi öğrenci olup İsam'ın Bağlarbaşında'ki kütüphanesinde kaybolmak vardı. 
     3. önemli eser de "Hadislerle İslam" adlı eserdir ki çok sayıda hadis uzmanı bilim adamlarının 10 yıllık çalışmasının ürünü bir eser olup, gerçekten bir çok tartışmaya nokta koyabilecek gerçek bir kaynak olmuştur. 
     Bu üç temel eser ve internet hizmeti bizler için ülkemiz için, dünyamız için paha biçilemez değerdedir. Rabbim hepimize istifade edebilmeyi, ilmi öğrenmeyi ve ilmimizle de amel etmeyi nasip etsin.
Hamiş:İsam bu yazının yayım tarihinden 2 gün sonra "Kadı Sicilleri''ni de elektronik ortama arzetmiştir.www.kadisicilleri.org.tr 

23 Ocak 2014 Perşembe

KALBİN SESİ, HAYATIN GÜRÜLTÜSÜ...

      
  Dört  yıl önce biricik oğlunun hasta olduğunu duyup koşan bu dağ gibi adamı hastanenin acil koğuşu kapısı önünde hüngür hüngür ağlarken görünce gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Dün gece yine ağlattı beni şimdi kendisi bir başına kaldığı evinde hastalığının son aşamasına gelmiş, kimseyi arayıp derdini bile söylememiş, kendi başına evden çıkıp hastaneye gidecek takati olmamıştı. Bu kez gurbette çalışan oğlu gelip O'nu zor bir hal hastaneye götürebilmişti. Akşam ziyaretine gittik, gözlerindeki bulutların arkasına gizlemeye çalıştı, gözyaşlarını,  hüznünü, derin kederini. Ve çocuksu bir sevinçle karşıladı ziyaretine gelenleri...  Kuş gibi şakıdı, ne de olsa oğlu gelmiş, O'nu hastaneye getirmiş, doktorlar, kibar bir dille şifa ümidi de vermişler, bir de ziyaretçileri gelmişti. Ne ki ziyaret saati bitip ayrılık vakti geldiğinde, son bir bakış atabilmek için oturtulduğu tekerlekli sandalyesinden uzanarak arkasında kalacağı kapıya kapanmasın diye sarılmasını nasıl unutabilirim. Arkamı döndüm, hastanenin loş karanlığında kimse görmeden kapının önünde ben ağladım, kapının arkasında O. Son yıllarda defalarca ağladığım bu hastanenin bahçesinden koşar adımlarla anılarımdan kaçıp, yağan yağmura aldırış etmeden, kendimi caddeye attım. Üçyüz beşyüz metre ötede, hastanedeki hüzne inat, ışıl ışıl alışveriş merkezleri, cafeler, restoranlar, caddelerde akıp giden hayata kendimi de katmak istedim. Hüznümü bilmeyen insanların, bana da unutturmasını ümid ettim. Kalbin sesini, hayatın gürültüsü bastırsın istedim... Ve hayatın acılarından, kaçınılmayacak sonlardan yine çok korktum....

19 Ocak 2014 Pazar

ESKİCİ


Bu gece oğlumun kitaplarını tasniflerken ona 3 yıl önce aldığım Refik Halid Karay'ın ''Gurbet Hikayeleri'' kitabı elime geçti. Aşağıdaki hikaye de ilkokul 4. sınıftayken Türkçe kitabımızda olan ve beni defalarca ağlatan meşhur ''Eskici'' sizinle de paylaşmak istedim. Belki çoğumuz bunu biliyoruz ama öyle güzel bir hikaye ki tekrar okunmayı hakediyor bence...  
 ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: 

-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. 
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. 
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. 
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. 
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi: 
-Hasan gel! 
-Hasan git! 
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: 
-Taal hun ya Hassen, 
diyorlardı, yanlarına gidiyordu. 
-Ruh ya Hassen... 
derlerse uzaklaşıyordu. 
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular. 
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. 
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. 
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. 
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. 
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü: 
-Cemel! Cemel! dedi. 
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Annesininkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs... 
-Ya habibi! Ya ayni! 
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... 
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. 
Öyle haftalarca sustu. 
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. 
Hep sustu. 
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. 
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. 
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. 
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. 
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. 
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu: 
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? 
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be? 
-İstanbul'dan geldim. 
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten! 
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. 
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: 
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen? 
Hasan anladığı kadar anlattı. 
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu? 
-Sen niye burdasın? 
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı: 
-Bir kabahat işledik de kaçtık! 
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. 
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. 
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı. 
Hasan, yüreği burkularak sordu: 
-Gidiyor musun? 
-Gidiyorum ya, işimi tükettim. 
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. 
-Ağlama be! Ağlama be! 
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. 
-Ağlama diyorum sana! Ağlama. 
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu. 
REFİK HALİD KARAY (GURBET HİKAYELERİ/1938)

14 Ocak 2014 Salı

SEYAHAT MACERAM

İlk defa gördüğüm şehre önce kuşbakışı yapıyorum, yani yukardan önce görmeye çalışıyorum. Sanırım açıyı geniş tutmak ve böylece aynı anda daha çok şeyi görmeye çalışmak, gayriihtiyari. Fakat bu yaşadığım veya sık sık gidip geldiğim şehir için geçerli değil. Sadece bana lazım olana bakıyorum, örneğin ben trafikteysem sadece işte yola, ya da yayaysam gitmek istediğim dükkana, mağazaya veya her nerde işim varsa en fazla sokağına caddesine.  Fakat sonra fark ettim ki zamanla bu bakış insanı mutsuz ediyor, dar, ufuksuz ve kör bakış diyorum ben şimdi buna. Bu şekildeki bakış zamanla sanırım her şeye sirayet edip, bir at gözlüğü bakışına dönüşüveriyor. Ne yaşadığın köyün, kasabanın, şehrin her nereyse işte;  sahip olduğu fiziki ve manevi güzelliklerini görebiliyorsun, ne de farkına varabiliyorsun yaşanılanların. O nedenle gezmek, farklı yerlere gidip görmek insanı bu at gözlüğünden, ufuksuzluktan körlükten kurtarır, mutlu eder. Evini özlersin, yaşadığın ülkeyi, şehri özlersin, sahip olduklarının kıymetini anlarsın, bu duyguyla bir zaman idare edip, daha verimli olursun. Demek ki “seyahat edin, sıhhat bulun” diyen Efendimiz  de insanoğlunun haleti ruhiyesinin nasıl teskin olacağını bize böyle özlü bir şekilde boşuna anlatmamış.  Sanıyorum seyahat ve sıhhat kelimeleri de etimolojik olarak ya aynı köktendir, ya da akrabadır.( Saha (boş alan), siyah, seyahat), sıhhat  insanın kafasını yoran, ruhunu daraltan şeylerden kurtularak sağlık bulmasıdır. Yabancı dillerdeki sıfırın manası olan zironun da kökeni kazılıp araştırınca buraya dayanıyordur. (atış serbest,J  nasılsa bilimsel makale yazmıyoruz ya burada, merak edenler, ilgi duyanlar araştırabilir, hatta bizi de aydınlatabilir). Yani vesselam fakirin sıklıkla gezme ihtiyacının altını deşelemekteyim bugün. Zira zavallı ben küçüklüğümden beri kendimi ifade etmeye çalışıp durdum. Gitmenin, ayrılmanın, uzaklaşmanın, benim için ne olduğunu, kendimi aynı yerde uzun süre kalınca havasız, nefessiz kalıyor gibi hissettiğimi anlatmaya çalıştım, diyebilirim ki ömrümün yarısı bunu anlatmaya çalışmakla geçti. Yok yok yok… Kimseye anlatamadım, anlatamıyorum da. Hani benimkisi benim için bir lüks değil yani… Bilmem ki bence öyle ama insanlar bana şımarıklık yaptığımı ima ettiler hep. İçimden sessiz çığlıklar yükseldi. O sessiz çığlıklarım, ruhumda fırtınalar estirdi, bazen küstüm, bazen kırıldım, bazen ağladım. Bazen bir zeyna  gibi savaştım, bazen esip gürledim, bazen kendime öfkelendim. Ama ben hep mücadele ettim. Bu yüzden 18 yaşına basar basmaz ehliyet almaya kalktım, bu yüzden ev edinmeden önce hep araba edinmeyi tercih ettim, bu yüzden arabasızlığı en büyük çile olarak gördüm. Gitmek benim için hep özgürlüktü ve bu özgürlüğümün önüne geçen her şey boynumu büktü. Özgürlük bazı insanlar için açlık, susuzlukla aynı şey galiba. Açlık susuzluk bedenin ihtiyacıysa bazı ruhların ve de tabiî ki benim ruhumun ihtiyacı da özgürlük galiba. Sınırlar, yasaklar, yoksunluklar, çaresizlikler, katı kurallar velhasıl her bir şeydeki sınır insan olarak beni inanılmaz mutsuz ediyor. Evet bu anlamda ben de benimle yaşayanları belki mutsuz etmiş olabilirim. Mesela annem; kaç yaşıma geldim hala ona nereye gittiğimi, nerden geldiğimi söyleyemem. Çünkü ona göre çok yersiz, çok gereksiz.  Evleninceye kadar benim özgürlük duygumla mücadele etti, maalesef bu konuda beni mutsuz da etti. Evlendiğimiz ilk yıllar eşim, anlayamadı, aklınca beni hale yola koymaya çalıştı. Baktı ki çok mutsuzum ve ben de baktım ki değişemiyorum, hala aslında olmayan orta yolu arıyoruz, belki de birbirimizle savaşmanın yorgunluğunu yaşıyoruz ikimiz de J J J  O’na evinde oturan, evinin kuşu bir hanım, bana da çantası sırtında bir adam lazımmış ama işte takdiri ilahi. Ne yaparsın J J Tek kusurumuz varsın bu olsun, çok zevkli olmasa da eşsiz de gezilebiliyor ama yalnız yaşanmıyor. Bugünümüze şükür sonsuz kere. Rabbim yalnızlıktan, kimsesizlikten, kendi kendine yetememekten, elden ayaktan düşmekten, bir gün gezemeyecek olmaktan muhafaza etsin. Bir arkadaşım vardı, bundan yıllar yıllar önce şahane bir taklitle benim yaşlılığım için elinde bastonunla “evladım arkamdan ittiriver de şu arabaya çıkayım” der, yine gezmekten geri kalmazsın sen derdi. Kulakları çınlasın J


      Ve ben biliyorum ki; ilk elmaların, kirazların, eriklerin dalları rengarenk çiçeklendiğinde, dere kenarlarında baharı müjdeleyen çuha çiçekleri açtığında, papatyalar, gelincikler yemyeşil çimenlerde salındığında,  tabiat renk cümbüşü ile bize gösterisine başladığında gözüm de, elim de, ruhum da haritalarda yeni yerler arayacak, büyük bir heyecanla yolculuk hazırlıklarına başlanacak, bavullar hazırlanıp, poğaçalar, börekler, sarmalar yapılıp arabada yemenin içmenin ve yollarda yeni yerleri keşfetmenin, hiçbir otel rezervasyonu yaptırmadan canımız nerde isterse orda konaklarız diye vardığımız her şehirde her defasında yeni kalınacak yerler, oteller, moteller, keşfetmenin, hatta bazen çocukla gece yarısına kadar yer aramaların dibine vuracağız. Yazarken bile geçmiş yolculukları hatırlamak ve  yenilerini hayal etmek  şahaneydi. Bizi bahara ulaştıracak Rabbe sonsuz şükürler olsun… 

9 Ocak 2014 Perşembe

BİR DEMETÇİK KİTAP...

   

    Bazı yazılar, bazı kitaplar vardır müellifinin elinden çıktığı andan itibaren kendine has bir karakter, ruh kazanmış, müellifini bile unutturacak kadar güçlenmiştir. Hani deriz ya bazen “bir kitap okumuştum, dur yazarı kimdi? Kimdi?” ama kitabın konusunu anlatırız, hatırlarız. Böyle çok kitap var hafızamda. Mesela bu sabah birini hatırladım. “Sevgi Medeniyeti”Prof. Dr. Raşit Küçük Hocanın güzide eserlerinden biridir. Allah’ın da sevilmek istediğini, Allah nasıl seviliri, sevginin ne olduğunu, aşkı, Allah’ın sevgi ile ilgili isimlerinin ne anlama geldiğini bu kitaptan öğrendim. Ve benim için çok çok verimli olmuştu. Bugün bir kez daha okumak isterim. Mesela ilk dinimi öğrenmeye başladığım zamanlarda Efendimiz, Hz. Muhammed’i hiç tanımadığımı, O’nu nasıl seveceğimi bilmediğimi fark etmiş ve bunun için de o zamanlar Martin Lings’in “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı kitabı ile Efendimizi tanıyıp, sevmeye mazhar olmuştum. Her iki kitap da dinime attığım o ilk adımlarda bana çok büyük bir destek oldu. Allah razı olsun hepsinden. Geçtiğimiz yıl da sevgili Sibel Eraslan’ın eserleri “Hz. Hatice” ve “Hz. Fatıma” ile tanışıp, gönlümdeki tahtlarına yerleştirdim. O kadar, o kadar güzel yazmış ki Sibel Hanım gerçekten maksat hasıl olmuş, Allah bin kere razı olsun.  Şimdi elimde iki tane “Yunus Emre” var. Biri yine kalemi eşsiz, günümüz ediplerinden İskender Pala’nın “Od”u çok oldu alalı ama okuyamadım L diğeri de “Mahmut Ulu’nun Aşka Ağlayan Derviş Yunus Emre” adlı eserleri. Aynı anda bir çok kitap okuyor olmam, onları sıraya koyacak kadar sabrımın olmamasından J Kimi yatağımın başında, kimi arabamda, kimi ofiste masamın üstünde, kimi salonda… Seviyorum onlarla yaşamayı çook… Yani şu anda aynı anda okuduğum yaklaşık 6-7 kitap var. İnanılmaz güzel kitaplar bunlar. Nasıl bir emek, nasıl bir akıl, fikir teri her birisi. Allah hepsinden razı olsun. (Rabbim beni de yaşadığım sürece gözlerimden mahrum etmesin) Tabi öyle çok eser var ki okunmuş ve okunmayı bekleyen. Okuduklarımızdan, yeri geldikçe karşılıklı bahsetmek, okuyacaklarımızı da bir an önce okumak isterim. Hele de geçmişte yaşamış ve günümüzde yaşayan şair ve yazarlardan bizzat konu başlıklarım olsun isterim. Bunlar için zevkle çalışacağım, kafamda bir taslak var şimdilik. Sizinle paylaşmak istiyorum severek okuduklarımı. Acemice, kendimce, yazabildiğimce.

        Sevgiyle kalın efendim, kitaplarınız, okuma fırsatınız, okuma zevkiniz bol olsun… 

1 Ocak 2014 Çarşamba

YENİ YIL, YENİ DUALAR...

        2014 yılına iphoneumdan ve tv koltuğumda uykuma ramak kala  ilk saatlerde "merhaba" diyerek birkaç kelime karalamak istedim. 2013 yılında o kadar çok kaybımız oldu ki, nerdeyse ülke de ünlü kimse kalmayacak artık zannettim. Ben de dayımı kaybettim, çok ani ve beklenmedik acı bir kayıp oldu. Doğrusu korkuttu beni 2013 gerçekten. Bu yıl için şu ana kadar bir program yapmadım.(böyle bayram, seyran, yılbaşı, kutlamaları programı yok benim kitapçığımda, kendi kına gecemde bile ellerimi zor kınaladılar o derece yerleşik düzene aykırılığım var yani :)) ) Rabb'imden ilk dileğim, sağ-salim olalım sevdiklerimizle. Sonra daha az stressiz  bir ülkemiz olsun lütfen. Hayat zaten yeterince zor, bir de ülkemdeki gerginlik daha da yorucu oluyor. Sonra yaş aldıkça  hayır hasenat heybemi daha çok doldurmak isterim. Sonra İbadet defterim hep açık kalsa keşke... İçimdeki sevgiyi hakedecek yeni yeni insanlar olsa mesela, ve en sevdiklerim de sevgimden doyasıya nasiplenirken, beni deliler gibi sevseler, sevenlerim, şefkat edenlerim, merhamet kanatlarım hep açık ve hep benimle olup, arttıkça artsa... Sevgiye doysam ;)) Hep karşıma, kibar, görgülü, zarif insanlar çıksa, diğerlerinin varlığından bile haberim olmasa. Hayal kırıklıklarım hiç olmasa, insanlar hakkında!  Düş kırıklıklarım, gönül kırgınlıklarım hiç olmasa mesela. Sonra çok çok güzel aile ve dost sofralarını büyük bir maharetle ve keyifle hazırlayıp, şen kahkahalara vesile olsam. Sonra da kilo derdimiz hiç olmasa :))) Oğlumu onun için en hayırlı okula yerleştirsem. Sonra bir ramazan umresi yapsam bu yıl... Kur'an'da yaptığım ezberlerimi pekiştirsem, yeni sureler ezberlesem... Sonra daha dikkatli bir kul olabilsem... Bu listede dilediklerim, isteyen herkese nasip olsun... Rabbim, inşallah hepimize gönlümüzdekileri nasip etsin, sevdiklerimizi bize bağışlasın, kayıpların değil, kazançların yılı olsun. Öyleyse hoş gelsin, sefalar getirsin. İlk sayfada yarı uykulu yazdığım bu dileklerimden unuttuklarım ve tahayyül edemediğim tüm güzellikleri Rabbim bizlere nasip etsin... Haydi o zaman hepberaber amin diyerek kendimize akıp giden hayatta yeni sayfalar açalım. Bir yerlere notlar almayı unutmayın 2014 yılındaki hedefleriniz ve hayalleriniz için. Sonra arada bir bakıp yapabildiklerinize, gerçekleşen dileklerinize işaret atın. Bakalım neleri becerebiliyoruz 2015 kapıyı çalıncaya kadar. Sevgiyle kalın...