30 Mayıs 2014 Cuma

BABALAR VE OĞULLAR

       
   Turgenyev 1859 yılında yazmış "Babalar ve Oğullar" romanını. Yaz sıcağının tepemizde boza pişirmeye başladığı bir pazar günü, markette kasiyerle lak lak ederken seçip aldım ben de. Canım Rus edebiyatı okumak istiyordu zaten. Biraz gri gündemden uzaklaşmanın, kitapların romantik dünyasında kaybolmanın iyi geleceğini düşünüyordum. Haklıymışım. Haklıymışım da kitabın yazıldığı 19. yüzyılda dünya henüz bugünkü anlamda sanayileşmediği için bana bir değişik geldi tabi. Beni; kitabın asıl konusu olan babalar ve oğullar arasındaki kuşak farkından ziyade bir sinema izliyormuşçasına ikincil olarak 19. yüzyıl Rusya'sının durumu daha çok ilgilendirdi. Dünyada ve Rusya'da yoksulluğun tavan yaptığı yıllar!... Rahmetli babamın babaannesi anlatırdı mesela bize o yılların Türkiye'sini, pardon Osmanlısı'nı. Biz ailede büyük babaanneye; Ayşe annenin kısaltılmışı olsa gerek "Ayşana" diye hitab ederdik. Bembeyaz, pırıl pırıl yüzünde, buz mavisi gözlerinde hep hüzün ve gözyaşı vardı. Osmanlı'nın son yüzyılındaki göçlerden Ayşanamız da en acı şekilde nasibini almış ve bu dramı hayatı boyunca unutamamış ve bizlere de hayatının son zamanlarında bile büyük bir keder ve gözyaşlarıyla anlatır dururdu.. Babasını savaşta kaybeden  bu pirüpak asil kadın, dul kalan annesi, kendisinden (kendisinin 5-6 yaşlarında olduğunu söylerdi) küçük 2 erkek kardeşi ve dayıları ile yaptığı bu aylarca süren göç yürüyüşünde annesinin sırtında giden, ve küçük oldukları için sürekli acıkan, susayan erkek kardeşlerinin dayıları tarafından yoldaki şehirlerde fırınların önünde bırakılarak terk edilmelerini,  "kardeşlerim! ah kardeşlerim!" diye ağlaya ağlaya bir ömrü tükettiğine hepimiz, ömrünün son yirmi yılına yetişebilen ben de şahitlik ettim. Annesi o zaman elinde kalan son yavrusu olan büyük babaannemizi kenara çekip öğütlemiş, demiş ki "sakın acıktım deme, susadım, yoruldum deme" yoksa seni de bırakırlar yolda"  Ve büyük babaannenin hayat boyunca kimse bu kelimeleri ettiğini duymamış. Asla kimsenin sofrasına oturmamış. Kimsenin elindekine dönüp bakmamış. Kendi çocuklarının, torunlarının bile. Mesela bize ziyarete gelse yemek vakti, asla babam onu sofraya oturtamazdı. "Ben yemem oğlum" derdi. Ve benim  melek dedem de annesi gibiydi tıpkı. Rahmetli büyük babaanne oldukça varlıklı olan kocasının mirasından, dört kızına iki  erkek çocuğundan daha büyük bir miras bıraktırmış. Annesinin güçsüzlüğünün nur topu gibi evlatlarını bırakmasına sebep olduğu  travmadan olsa gerek... 
         Bugün dünya artık bambaşka bir noktada. Köleliğin modern versiyonları var artık. Sabah yedide, sekizde evlerinden toplanan insanlar, yine gün boyu yedi sekiz saat bilemedin on saat emeklerini, ömürlerini boğaz tokluğuna çağın karunlarına, hamanlarına, ağalarına, efendilerine, patronlarına, işverenlerine hasr ediyorlar. Sonra kalan zaman da sosyal hayat mı oluyor ne işte. Haftada bir gün, bilemedin iki gün. Belki bugün kardeşleri yolda bırakacak bir büyük göç yok ama her sabah evladından ayrılmak zorunda kalan, annesi yerine paralı bakıcısına teslim edilen evlatlar var. Sonra maddi durumumuz iyi diye sevinmemizi ve boğazımızdan artanı da devleşen devletlere ödememizi bekleyen insanı yutan, öğüten, yok eden bir dünya... Öyleyse ne değişmiş? Acıların, bir ömür sürmemesi mi?



26 Mayıs 2014 Pazartesi

KEL BAŞA ŞİMŞİR TARAK

            
    Mübarek Miraç Kandili akşamında benim de köye gideceğim tuttu. Ne yorgunluğuma kulak verdim, ne evde ütülenmeyi bekleyen çamaşırı, ne bir kadın elcağızına muhtaç dibi köşeyi gözüm gördü. Yol arkadaşım (oğlum) yanımda olunca az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik akşam güneşi batmadan kendimizi köye attık. Ohh! Huzur, sükunet, dinginlik, bağ bahçe, yeşillik, ot çöp! Ne ararsan, neye ihtiyacın varsa. (Bir tek börtü böceğe, haşereye ihtiyacımız yokmuş gibi geliyor. Allah günah yazmasın). 
           Şu iki günlük dünyada uzun emelli olmak gereksiz olsa da köyde bir evcağızım olsaydı diye içimden geçirmeden edemiyorum. Hoş halihazırda kendi evimi zor çekip çevirebiliyorum, nerde kaldı ikinci bir evin üstesinden gelebileyim. Benimkisi  "kel başa şimşir tarak" işte.  Kendimi paralasam da asla annemin yarısı kadar olamayacağım. Allah bu dünyada herkese aynı gücü kuvveti, marifeti vermemiş işte. Zorlamanın, anlamazdan gelmenin bir manası yok. En güzeli kabullenip kaplumbağa hızında da olsa işin ucunu bırakmamak. Netekim bu sabah biraz sınırlarımı zorlayarak, dip köşeyle selamlaşıp öyle çıktım evden.                     
     Yorgunluğumu tarif etmem imkansız olsa da içim rahat ya önemli olan bu!    

16 Mayıs 2014 Cuma

SEN YANDIN, İÇİMİZ YANDI :,(

Yoldayım. Bu kez aracı kullanan ben değilim. Günlerdir yazamıyorum, okuyamıyorum, konsantre olamıyorum. Ve aksilik bu ya işim de dağlar kadar ve ben kendimi altında kalmış gibi hissediyorum. Arada bir tv açıyorum o da gece bir veya onikide kısmet oluyor. Ağlaya ağlaya içim şişti. Sabah radyo dinlerken burnumun direkleri sızlıyor. Herhalde kendi yaşadığım iki büyük marmara depreminde bile bunun yarısı kadar ağlamamıştım. Üstelik ikisinde de enkazdan çıktım. Fakat o zaman ne yaşayacağımı bilmiyordum. O tarihten sonra ise yaşanılan her afette gözyaşlarımı tutamıyorum. Çünkü onların neler yaşayacaklarını biliyorum. Ahh Soma sen yandın içimiz yandı. Kaç gündür tam da bunu hissediyorum ve her aklıma geldiğinde kocaman gözyaşları yuvarlanıp yuvarlanıp kalbimin üstüne düşüyor. Sanki içimin ateşini söndürmek istercesine. 10 yıllar süren binbir çeşit travmanın hangi saat ve hangi zamanda nereyi nasıl oyacağını, nasıl arkasında izler bırakacağını yaşayanlar ve bu fakir bilir. Rabbim beterinden korusun. Onlara dayanma gücü ve sabır versin. Ecirlerini hem bu dünyada hem öbür dünyada en güzel nimetleri ile versin. Sedye kirlenmesin çizmelerimi çıkarayımmı diyebilen yüce gönüllülüğe sahip, kömürü bile ışıldatan nur yüzlü kardeşlerim. Ne kadar da asilmişler. Şimdi yine tek yürek olup bir lokma ekmeğimizi paylaşma, millet olma zamanımızdır. Umuyorum ve diliyorum ki bu kaza artık ülkemdeki işçi kazalarının minimuma inmesine, işçi haklarının maksimuma çıkmasına bir vesile olur.  Artık herkesin elini taşın altına koyma zamanıdır. Kalbimiz sizinle. Sen yanma artık. Bu milletin asil, yüce gönüllü insanları bizi de ecrinize ortak edin. Gün sizin acınızsa, bizlerin de kardeşlik imtihanıdır. Sen yandın içimiz yandı SOMA...

8 Mayıs 2014 Perşembe

ORTAYA KARIŞIK OLSUN



     Bugün yazı yazma niyetim falan yoktu. Ama işte bazen niyet olmasa da kısmet olabiliyormuş.  İnanılmaz sinirlendim. Sinirimi atamıyorum bir türlü. Belki yazarsam rahatlarım diyerek taslak üzerinde yazmaya başladım. Sinirlendiğim mevzu da birini arayıp da çalan telefonundan ulaşamamak. Yani benim kitabımdaki karşılığıyla sorumsuzluk. Ve benim tahammül sınırlarımı zorlayan, sinirlerimi harap eden davranış şekillerinden biri. Her neyse işte, böyleleri de olmasa nasıl yaşlanacağız! (gördüğünüz üzere sakinleştim yazı yazmanın büyüsü bu olmalı ;) ) Hazır yazmaya başlamışken dün ve önceki günkü yarımşar günlük  işi asıp gezmelerimden bahsedeyim. Önceki gün öğleden sonra kızlarla kararlaştırıp aniden düştük yollara. Akşam üzeri West İstanbul Marinaya, gece de umreden dönen eşimin yeğenlerine ziyarete gittik. Sabah namazına kadar süren sohbetlerden sonra  kahvaltıyı Beylikdüzü'nde ablamın (eşimin ablası) allı güllü sofrasında, öğlen üzeri Marmara Forum bahçe dünyasında, öğleden sonra ofiste. Baş döndürücü bir hızdı ama şahaneydi, keyifliydi. Bir önceki yazımın etkisinde kalmış olmalıyım :)) Yoksa   tövbe bismillah işimin başından sadece gezip tozmak için ayrıldığım görülmüş iş değildir. Allah affetsin. Biraz günah çıkarma gibi mi oldu ne  ;))) Efendim sevgili ablacığımın bizim için yapmış olduğu midye böreğini çok beğendim. Siz zaten biliyorsunuzdur, malum medya ve yemek bloggerları harıl harıl çalışıyorlar aç açıkta kalmayalım diye. Ama benim gibi bunlara bakacak zamanı veya ilgisi olmayan blog dostlarım özellikle sebze severler de bu lezzetten haberdar olsunlar diye size aşağıda Oktay Usta'nın linkini vereceğim.  Bendeniz de görerek, okuyarak öğrenebilengillerden olarak boş bir zamanda bir kaç tepsilik hazırlayıp deepfreze atmaya niyetliyim. İçine evde hangi sebze ve peynir varsa karıştırıp, çiğden sarıldığı için pratik ve hafif.  Yapıp yakıştırıp yiyecek olan arkadaşlara şimdiden afiyetler olsun. Pardon bir de son olarak yeni izlediğim 2009 yapımı Ay Işığı isimli Meg Ryan sinemasını da izlememiş olanlara tavsiye edebilirim. Güzeldi beğendim ;) 





5 Mayıs 2014 Pazartesi

"BAŞARININ BEDELİ YAŞAMDAN VAZGEÇMEK Mİ?"

   
 
    Gece kuşu olmak hiç bana göre değil, Osman Müftüoğlu hocanın tabiriyle ben tam bir ardıç kuşuyum, gündüzcüyüm yani. İşe güce de dalarsam unutuveririm bazen kendimi bile.  Ama gece; es kaza  uykumdan falan uyanırsam, veya uykum bir vesile ile bölünürse hafazanallah o gece sabah olmaz artık. Bin kere doldurup boşaltsam da, koyunları, keçilere katsam da,  oturup postu, tespihi saysam da rahatlamaz, susmaz bir türlü kafam. Her şey gereksiz büyür geceleri gözümde. Oysa bilirim ki gündüz olunca unutuveririm hayatın hengamesinde. Her şeyi de büyüten, pireyi deve yapan tipleri de sevmem aslında. Biz kadınlar bu konuda pek bir mahirizdir zaten, fazlasına ne hacet değil mi? Üç günlük dünyada o mu-bu mu diye kendimize ettiğimiz eziyetin adı acaba ne ola ki? Hayatı çok fazla ciddiye almamak lazım. Iskalamamak lazım. Bu gün bu konuda güzel bir yazı okudum sizinle paylaşmak istiyorum. (Link aşağıda) Yazı "Burn out" yani "had safhada tükenmişlik" tanısı konulan Arianna Huffington'un "Başarının bedeli yaşamdan vazgeçmek mi?" sorusuna verdiği cevabı anlatmış. İyi okumalar, mutlu haftalar!...